19 Nisan 2010 Pazartesi

Reklamcı olmak için “reklam eğitimi” gerekiyor mu?

Başlıkta sorduğum soruya reklam eğitimine yaklaşık 25 yılını vermiş bir akademisyen olarak “Hayır” dememi beklemiyorsunuz sanırım.

Dikkat ederseniz “eğitim” diye sormadım sorumu…

Özellikle “reklam eğitimi” dedim.

Burada sözünü ettiğim de reklam ajansı, ya da dijital ajans sahipliği değil. Ajans sahipliği işi bir girişimcilik, bir işletmecilik, bir sermaye işi…

Bu alanı kârlı gören biri, çok rahatlıkla lokanta açacağı yerde reklam ajansı da kurabilir. Lokanta açtığında mutfağa geçip yemek yapmayacağına göre…

Ya ne yapacak? Tabii ki iyi yemek yapan birini bulup mutfağa geçirecek. Mutfakta da çeşitli çeşitli ustalara gereksinim var. Tatlı ustası, zeytinyağlı ustası, salata ustası, ızgara ustası…

Reklam ajansındaki stratejist, metin yazarı, grafiker, medya planlamacı, araştırmacı, yaratıcı yönetmen gibi bir şey bunlar…

Lokanta örneğinde devam edecek olursak artık şeflerin bile İsviçre’den mezun olanları, okullu olanları tercih ediliyor. Şef antropolog olabilir, ama yemek yapabilmesi için bir yemek okuluna gitmesi şart!

Reklam ajanslarında durum ne peki?

Tabii ki hepsi eğitimli çocukları tercih ediyorlar diyeceksiniz.

Nitekim MediaCat’in Mart 2010 sayısında yayınlanan araştırma sonuçları gösteriyor ki reklam yaratıcılarının % 3.7’si lise, % 76.8’i lisans, % 19.5’i de yüksek lisans mezunu…

Her şey okumuş olabilirler. İçlerinde arkeoloji mezunu da vardır, uluslararası ilişkiler mezunu da, mühendis de, doktor da…

Elimizde veri yok, ama ağırlığın işletme, iletişim, iktisat, pazarlama, güzel sanatlar ve yabancı dillerde olduğunu düşünüyorum. Ama “reklam eğitimi” alanlarının sayısı çok az…

Ne demek reklam eğitimi almak?

Reklam eğitimi almak demek reklamcılık alanının en önemli üç uluslararası akademik hakemli dergisini okuyacak kadar reklamın çalışma konularını ve araştırmasını bilmek demek…

Hangi dergiler?

- Journal of Advertising (JA)

- Journal of Advertising Research (JAR)

- Journal of Current Issues & Research in Advertising (JCIRA)

İlk ikisi yılda dört kez yayınlanır, sonuncusu iki kez…

Üçünün de son sayılarından birer makale örneği vereyim:

Using Humor in Conjunction with Negative Consequences in Advertising(Reklamda Negatif Sonuçlarıyla İlgili Olarak Mizahın Kullanımı) (JCIRA, Fall, 2009).

Advergames (Reklamoyun) (JA, Spring, 2010).

The Effectiveness of Combining Online and Print Advertisement (Online ve Basılı Reklamların Birlikte Kullanımının Etkililiği) (JAR, Sep. 2009).

Bu üç makaleyi de okumak için önce reklam alanıyla genel kuram bilgisine, daha sonra ileri araştırma bilgisine sahip olmanız gerekir.

Bu makaleleri okuyamazsanız işletme, pazarlama, arkeoloji eğitimi almış olabilirsiniz, ama reklam eğitimi almış sayılmazsınız.

Yani okullu değil, alaylısınızdır.

Eğer reklamcılar reklam eğitimi alır, bu makaleleri okur hale gelirlerse işte o zaman boru reklamında “sıfır hata” demek için Erman Toroğlu’nu kullanmazlar!

Bu kadar boşa giden reklam, relamverenin parasını çarçur eden reklam yapmazlar.
Emin olun yapmazlar. Biliyorum.

Reflü şikayetiyle gittiğiniz bir doktorun en azından uzman olduğu konuda en son çıkan hakemli dergileri okuyabilecek kadar konuyu yakından takip etmesini istemez misiniz?

Bir reklamverenin de bir reklam ajansı çalışanından beklentisi neden aynı olmasın!

Kendinize sorun, reklamveren olsanız sizin ajansla çalışır mıydınız?

Bilgiyle bezenmiş yaratıcılıktır reklamcılık…

Reklam eğitimi şart!

Prof. Dr. Ali Atıf Bir
Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi

18 Nisan 2010 Pazar

Reklamın kısa tarihi

Amerika’da 80 yıldır yayın hayatını sürdüren Advertising Age’in web sitesinde, reklamcılık tarihinden ve reklamcılığın etkileşim içinde bulunduğu diğer sosyal ve toplumsal olayların kısa özetlerinden oluşturulmuş, genellikle ilginç ve değerli bilgilerle hazırlanmış bir bölüm mevcut. “From the Great Depression Through the Great Recession: A Brıef History of Marketing” başlığını taşıyan bu zaman çizelgesindeki bazı bilgileri sayfalarımıza taşıdık. Advertising Age web sitesinde bulunan yazının orijinaline ise buraya tıklayarakerişebilirsiniz.

1930-1939

Procter&Gamble’da üst düzey yönetici sıfatıyla bulunan Neil McElroy, “Marka Yönetimi” sisteminde Marka Yöneticisi’nin yerini belirledi. Oluşturulan bu sistem Procter&Gamble’ın deterjan ve şampuan kategorilerinde rakiplerini domine edişinin sebebidir.

George Gallup’un Young&Rubicam’a araştırma direktörü olarak katılması reklam araştırmalarının gelişimine katkılar sağladı.

Yine bu yıllar arasında ABD’de radyo sahibi olan insanların oranı %50’lere kadar yükseldi.

Federal İletişim Komisyonu’nun kurulması dikkatlerin program hazırlayan ve reklam yapanlara çevrilmesini sağladı.

TIME Grubu o zamana kadar mizah dergisi olan “Life” dergisini resimli bir dergiye çevirerek reklamda yıllık 100 milyon dolarlık reklam hacmine ulaşan ilk dergiyi yaptı.

Bir sigara markası olan “Lucky Strike” birçok senatörü kampanyasında kullanarak tanıklı reklamları başlattı.

Yine bu yıllar arasında buzdolabı kullanımının artmasıyla birlikte dondurulmuş gıda üretim ve tüketimi de yükseldi.

Son olarak Başkan Roosevelt’in televizyondaki açış konuşması televizyonun çağın en etkili iletişim aracı olacağına en iyi işaretti. Ancak televizyon ve radyonun evlerde yaygınlaşması ciddi bir yatırım ve çalışma gerektirecekti.

1940-1949

1941 yılında Japonya Pearl Harbour’a saldırınca savaş Amerika’nın kapısını çaldı. Ad Age, yine bu dönemde reklamların orduya katılım, bono satışları ve sivil halkın moralini yüksek tutma konularında etkili olacağını yazdı. Nitekim öyle de oldu. Savaş Reklam Konseyi bono satışlarını arttırmak için bir reklam kampanyası başlattı. Savaş devam ediyordu fakat ülke ileriye bakmaya başlamıştı bile. Savaş sonrasına iş ve endüstri dünyasının nasıl hazırlandığı konuşuluyordu. Ordunun jiplerini satmak için ilk kampanya düzenlendi.

Bu dönemin ortalarına gelindiğinde telefon da artık insan hayatına iyice yerleşmişti.
Savaş sonrası havayolu şirketleri de atağa geçti. Müşteri karşısına farklı promosyon yöntemleriyle çıkmaya başladılar.

1950-1959

1950’lere gelindiğinde Procter&Gamble ülkenin en büyük reklamvereni durumundaydı.
Bu yılların başında basında “sigara ve kanserin ilişkisi” konulu araştırmalar yer almaya başladı. Sigara firmaları sorumluluk duydu mu? Pek sayılmaz… PR faaliyetlerini arttırarak araştırma sonuçlarını kısmen kabul etmekle yetindiler.

TV reklamlarından sağlanan gelirler dergi ve radyo yöneticilerini harekete geçirdi. Ancak o günlerde televizyon yine de gazeteler kadar kârlı değildi.

Leo Burnett 1954 yılında Marlboro’yla yaptığı anlaşmadan sonra markanın filtreli sigara satışlarını üçe katlamasını sağladı. O günlerde yapılan kanser-sigara tartışmalarına “Filtreli sigara daha güvenlidir” diyerek sekte vurdu. Feminen gözüken bu sigaraları kampanya görsellerinde kovboylar gibi sıradan erkeklere içirerek imajını da yenilemiş oldu. 1962 yılında sigara içen kovboyu marka imajı olarak bir nevi tescilledi.

Bu dönemin sonlarına doğru reklamcıların insan beynini kontrol etmeye çalıştıkları düşüncesi konuşulmaya başlandı. Çünkü artık satış teknikleri acımasızlık derecesinde rekabetçi bir düzeye gelmeye başlamıştı. Reklamlarda “Al! Al!” diye bağıran bir üslup hakimdi.

Son olarak TV reklam şekilleri değişti. Daha önceleri markalar programlara sadece sponsor olurken artık program aralarında reklam spotları satılmaya başlandı.

1960-1969

Dünyanın en büyük fast-food zincirlerinden olan McDonald’s, 2.7 milyon dolara satıldı ve ilk reklam kampanyasıyla tanıştı. Zincir, ilk TV spotunu 1967 yılında yayımladı.

İndirim marketi zincirleri olan Walmart, K-Mart ve Target bu yıllarda Amerikan halkının hayatına girdi.

Reklam artık hayatın her bölümüne yerleşiyordu. Sivil toplum örgütlerinin de hayatımıza girmesiyle bu durum iyice renklendi. Lever Bros. şirketinin bu örgütlerle buluşması ilk defa bir siyah çocukla bir beyaz çocuğu kendi reklam karesinde göstermesine sebep oldu.

1964 yılına gelindiğinde sigaranın sağlığa etkileri tartışmaları yeni bir sonuç doğurdu. Sigara üreticileri artık paketlerine “Sigara sağlığa zararlıdır” ibaresini koymak zorundaydılar.

1967 yılında Amerikan Futbol Ligi’nde ‘Super Bowl’ dönemleri başladı. Oyunlar ulusal kanallarda gösterilmeleri ve çok büyük izleyici kitlesine sahip olmaları nedeniyle reklamverenler ve ajanslar için kullanılacak ciddi birer ‘event’ haline geldi.

Seven-Up, “7-Up, The Uncola” sloganıyla içecek sektöründe yeni bir çığır açtı.

1970-1979

Artık bilgisayarlar sahneye çıkmıştı. Medya araştırmaları, kredi kartı ve kredi operasyonları, ödemeler vs. bilgisayarlarla yapılmaya başlandı.

Amerikan havacılık tarihinde farklı bir yeri olan Southwest Airlines uçuşlarına başladı.
TIME Inc. bu yıllarda basın dünyasında üç değişiklik yaptı. İlki, Life dergisini resimli gezi dergisi olarak konumlandırdı (Ad Age’e göre bunun en önemli sebebi TV ile rekabet. İkincisi gelecek beş yıl için posta fiyatlarındaki %170 oranındaki artış beklentisi. Son olarak da hobi dergilerine ilginin artması).

TIME’ın ikinci atağı yayın tabanını çeşitlendirmek oldu. Home Box Office’in tümünü aldı. Kablolu TV kanallarından da HBO’ya ortak oldu. Üçüncü atılım da “People” dergisini yayın hayatına başlatmak oldu.

1975 yılında Microsoft kuruldu.

Yine bu yıllarda Toyota, Volkswagen’i otomobil ihracatında geride bırakarak birinciliğe oturdu. Vaadi uygun bütçeli, güvenilir, sağlam, yakıt tasarruflu araçlardı.

Bank of America kendi ürünleri olan BankAmericard’ı Visa’ya, MasterCharge’ı MasterCard şekline dönüştürdü.

“Absolut Vodka” bu yıllarda alkol sektöründe yerini aldı. “Absolut perfection” yani “kesin mükemmellik” sloganıyla ülkenin bir numaralı votka markası oldu.

1980-1989

Kablolu TV yayınlarının ülke genelinde yaygınlaşması, CNN, USA Network, Bravo, Cinemax, MTV, Weather Channel, Lifetime, Disney Channel gibi ulusal kanalların kurulmasına sebep oldu.

Dönemin en büyük reklamvereni olan P&G, CNN’le 1 milyon dolarlık kontrat imzaladı.
Ülkenin ilk cep telefonu servisi AT&T ile başladı.

Super Bowl karşılaşmaları Apple’ın Macintosh lansmanı için ilk defa reklam mecrası olarak kullanıldı.

1985 yılında The Coca-Cola Company yeni formüllü kolasını “New Coke” olarak tanıttı. Tadı biraz daha şekerli olan kolayla Pepsi’nin müşterilerine göz dikmesi ve eski formülünü devam ettirmeme kararı Coca-Cola Co. için o günün en büyük pazarlama gafıydı. Coca-Cola büyük bir PR ve reklam felaketiyle karşılaştıktan hemen sonra eski formülüne geri dönüp ürününü “Coca-Cola Classic” olarak yeniden pazarladı ve eski tüketicilerinden özür dilemeyi de ihmal etmedi. Coca-Cola’ya çok pahalıya patlayan bu dersten sonra kendini mega marka olarak tanımlayıp tek bir pazarlama konseptiyle devam etti.

1990-1999

Bu yıllarda bilgisayar sektörü hızla gelişmeye başladı. Intel Corp., “Intel Inside” sloganıyla dünya çapında bir reklam kampanyası başlattı. Bu kampanyadan sonra PC markaları için paketlerine mutlaka koydukları bir marka haline geldi.

Ad Age 1994 yılını “internet yılı” olarak ilan etti. Şubat ayında Yahoo, Haziran’da Amazon siteleri kuruldu. Daha sonra ekranda ‘banner’lar dolaşmaya başladı.

Microsoft, Windows 95’i dünya çapında bir ‘event’le tanıttı. Rolling Stones’un “Start me up” parçası o yıl bu ürünle adeta bütünleşti.

Bu yılla birlikte reklam mecralarının artması, pazarlama yöntemlerinin gelişmesi, reklamveren ve reklamcıları farklı uygulamalara itti.

20 yaşındaki Tiger Woods, profesyonel golf hayatına adım attığı yıl Nike ile 20 milyon dolarlık reklam anlaşması imzaladı.

İlaç sektöründe TV reklamlarına getirilen yasal engellemelerin yumuşatılmasından sonra ilaç firmaları yan etkilerini bildirmek koşuluyla TV reklamlarına başladı. Bu olay ilaç endüstrisi için bir dönüm noktasıydı.

Bu yılların sonunda tütün ürünlerinin reklamlarına kısıtlamalar getirildi. Sektörün dört devi, başta Philip Morris olmak üzere bu engellemelere imzalarını attılar.

2000-2010

Bu yılların başı (.com) patlamasına sahne oldu.

Apple’ın iPod’u lanse etmesi üzerine, Ad Age Apple’ı pazarın gözdesi olarak seçti.

1998 yılında Google kurulmuştu. 2004 yılında birkaç Harvard Üniversitesi öğrencisi birbirleriyle haberleşmek amaçlı Facebook’u kurdular.

Amazon.com’dan yapılan satışların hacmi 25 milyar dolara ulaştı.

Bu yılların sonuna denk gelen ekonomik kriz Amerika’da bankacılık sektörüne büyük zararlar verdi. Birçok mortgage firması ve banka batmaktan ya da satılmaktan kurtulamadı.

2010 yılına gelindiğinde reklam pazarı ve tüketim oranlarının düzelmeye başladığı gözlemleniyor. Fakat krizin sonucu olan işsizlik halen devam ediyor.

2007-2009 yıllarındaki “Great Recession” denilen resesyon, 1939’lardaki bunalımdan sonra en büyük dalgalanma oldu. O günlerde gerçekleşen çıkış, bize göre bugünler için de örnek bir yol teşkil etmektedir.

http://www.gennaration.com.tr/dunyadan/reklamin-kisa-tarihi-adage/

13 Nisan 2010 Salı

Toplumun “kültür kodları”nı bilmeden pazarlamaya mı soyunuyoruz?

Araştırma, sosyal bilimlerin en önemli araçlarından biridir. Çeşitli psiko-analizler, temayül araştırmaları, anketler ve benzer yöntemlerle insanların ilgi ve eğilimleri ölçülebilmektedir. Yöntem ve sonuçlarıyla ilgili olarak çeşitli eleştirilere muhatap olmasına rağmen pazar ve pazarlama araştırmalarının da pazarlama disiplini açısından önemini biliyoruz. Tabii eleştiriler karşısında araştırma yöntemlerinde de kuşkuyu en aza indirmeye yönelik gelişmeler yaşanıyor.



Araştırma yöntemlerinin kritiği ile buna tümden karşı çıkmak aynı şey değildir. Benim de zaman zaman konuya kuşkucu yaklaşımlarımın ve ağır eleştirilerimin olduğu doğrudur. Ancak bu, bizzat disiplinin kendisine bir tavır olarak görülmemelidir. Nitel ve nicel araştırma sonuçlarının, entelektüel birikim yoksunu kişiler elinde şablonik bir putlaştırmayla ‘iki kere iki dört’ dayatmasına dönüştürülmesi ve risk almaktan korkan yönetim birimlerinin tavşan kakası kıvamındaki kararlarının bir gerekçesi ve güvencesi olmasına şiddetle karşı çıkıyorum. Buna da devam edeceğim.

“Elinde herhangi bir araştırma sonucu olmadan bunu nasıl yapıyorsun?” diye itiraz edenlere de benim bu tavrımı illa ki “bilimsel” olarak görmek zorunda olmadıklarını söylüyorum. Kendileri bilir!

Bu yazının konusu bu değil de, soldaki sütunda
The Culture Codeisimli kitabının kısa tanıtımını yaptığım Clotaire Rapaille’in, kendisinin geliştirdiği ve “keşif seansı” adını verdiği bir yöntemle toplumların kültür kodlarını keşfettiği iddiası, diğer araştırma yöntemlerine yönelik kuşkuyu artırıyor. Çünkü, benim anladığım kadarıyla Rapaille’e göre klasik yöntemlerle yapılan araştırmalar yanıltıcıdır. Hangi yönteme başvurulursa vurulsun araştırmalarda alınan cevaplar üst beyinden (cortex) verilmektedir. Oysa gerçeği, salt gerçeği öğrenmek için beynin altlarına doğru inmek gerekir. Bu arada, Fortune 100 şirketlerinin önemli bir kısmına danışmanlık yapmış olan Rapaille’in bir pazarlama uzmanı olması yanında araştırmacı bir psikolog olduğunu belirtmiş olayım.

Toplumların, çeşitli olgu ve olaylar karşısında niçin farklı davranışlar sergilediği; yerken, içerken, alışveriş yaparken, konuşurken, severken, kısacası yaşarken neden her toplumun birbirinden ayrıldığının cevabı toplumların kültür kodlarında gizlidir. Rapaille’in bu iddiası yeni bir görüş değilse de yönteminin yeni olduğunu söylememiz gerekir. Nitekim tüketici davranışını etkileyen bir faktör olarak kültür farklılıkları çeşitli araştırmalara konu olmuştur. Burada Doç. Dr. Müge Elden’in bir makalesini
[pdf] ve Güven Borça’nın “Kültür ve Tüketim” başlıklı bir dizi yazısını [pdf] iki örnek çalışma olarak bilginize sunmak isterim.

Araştırma yöntemi ne olursa olsun, kültür kodları hiçbir pazarlamacının, hiçbir iletişimcinin, hatta hiçbir siyasetçinin kayıtsız kalamayacağı bir konudur.

Tekrar Clotaire Rapaille’e dönecek olursak, daha sonra yine zaman zaman değiniriz, ama şimdilik The Culture Code adlı kitabının girişinde anlattıklarının kısa bir bölümünü Türkçe’ye aktarmakla yetinelim:


1990 yılların sonuna doğru, Chrysler’da, Jeep Wrangler için çalışmaya başladığımda, şirket yönetimi, tüketici tercihlerine karşı yaklaşımlarımla ilgili haklı olarak birtakım şüpheler taşıyorlardı. Çünkü ellerinde, daha önce yapmış oldukları kapsamlı pazar araştırmaları ve düzinelerce fokus gruba yönelttikleri yüzlerce soru ve cevaplar vardı. Kendi kendilerine şöyle diyorlardı: “Bu adam, daha önceden sahip olmadığımız neyi verecek bize?”

Wrangler, “çoklu ürün”ün (geleneksel arabadan daha lüks olan, kapıların kaldırılmasıyla üstü açılabilen gibi…) nasıl yönetileceğine dair birçok kurama sahip olmasına rağmen, yönetimde takip ettiği yol yeterince açık değildi. Ve Wrangler dünya klasik jip kullanıcısı pazarındaki ayrıcalığını da kaybetme noktasına gelmişti. Crysler için her şey bir başka jip markası yaratmaya kalmıştı.

Tüketici gruplarına farklı sorular sormaya başladım. Bunların hiçbirinde “Bir Jeep’te ne gibi özellikler istersiniz?” gibi sorular yoktu. Onlardan sadece, yakın zamanda Jeep’le ilgili neler düşünüp hayal ettiklerini hatırlamalarını istedim. Ve, yüzlerce hikaye hatırlandı. Bu hikayelerin çoğu Amerika’nın Batı yakasında veya sıradan bir arabanın giremeyeceği engelli yollarında ve açık düzlük arazilerinde geçiyordu.

Chrysler’ın ihtiyatlı yöneticilerine şunu söyledim: “İşte! Amerika’da Jeep’in kodu ‘at’tır”. ‘At’ onların kafasındaki Jeep imajıyla örtüşmemişti. Bu fikri pek beğenmediler. Jeep bir ‘at’ olamazdı, çünkü ‘at’ fikri lüksü çağrıştırmıyordu. Bir kere, atın derisi yumuşak bir deri değildi, sert ve güçlüydü. Bana göre ise, Wrangler’ın tavanının tamamen açılabilir bir özelliğe sahip olması gerekirdi, çünkü sürücüler arabayı kullanırken rüzgarın varlığını sanki bir atın üzerindeymişçesine hissetmek istiyorlardı.

Yöneticiler bir süre sessiz kaldılar. Daha sonra, ellerinde önceden yapılmış geniş çaplı tüketici araştırmalarından bahsettiler, ki bu araştırmalardan çıkan sonuca göre tüketiciler daha başka bir şey istiyorlardı. Belki, yalnızca bir defaya mahsus olmak üzere Jeep denilince akıllarına at gelmiş olabilirdi, ama bu cevabın sürekli aynı olacağı şüpheliydi. Ben de, bütün bunların tam tersi olduğunu kanıtlamak için arabanın dizaynında küçük bir değişiklik yaparak teorimi teste tâbi tuttum. Jeep’in köşeli farlarını yuvarlak hale getirdim. Neden? Çünkü, atın göz şekli köşeli değil, yuvarlaktı.

Bu arada, araba farlarının yuvarlak bir forma çevrilmesinin de oldukça ucuza mal olacağını söyledim. Bu fikir, onların kulağına gittikçe hoş gelmeye başladı ve uygulanmasının kolay olabileceğini düşündüler. Yeni dizaynı hemen test ettirdiler. Alınan cevaplar tamamıyla olumluydu. Wrangler’ın satışları bundan sonar hızla yukarıya doğru çıktı. Pazarda da oldukça göz alıcı bir araba haline geldi. Yuvarlak farlar ve ızgaralar değiştirildikten sonra arabanın logosu da yenilendi. Bir de Jeep fan klüplerini unutmamak lazım, ki buralarda üyelerin üzerlerinde taşıyacakları “Geçek Jeep, yuvarlak farlara sahip olandır.” efsanesinin yer aldığı tişörtlerin dağıtımı yapıldı.

Ardından şirket ‘at’ konsepti ile reklamlara başladı. Benim favorim olan reklamda; küçük bir çocuk köpekle birlikte dağdadır. Köpek uçurumdan aşağı düşer ve zayıf bir dala yapışır. Çocuk yardım istemek için koşmaya başlar ve bir köye varır. Bu arada minivan, sedan ve Jeep modellerinin umursamadan yanından geçer, ta ki Wrangler’a rastlayana kadar. Wrangler, tehlikeli dağlık araziye tırmanarak köpeğin yanına gelir. Sürücü köpeği kurtarmıştır. Çocuk köpeğine sarılır, tam sürücüye teşekkür edecekken Jeep çoktan oradan ayrılmış olduğunu görür. Görüntü, adeta güneşi arkasına almış at üzerindeki kahraman bir kovboy gibidir. Gerçekten çok çarpıcıydı.

Wrangler, yeni konsepti ile Amerika’daki başarısını epeyce arttırdı. Bunun üzerine şirket yönetimi, Avrupa’da da Wrangler’ın kodunu keşfetmem için benimle anlaştı. Fransa ve Almanya gibi her iki ülkede de görülen şey, Wrangler’ın geçmişi yansıtmasıydı. Fransızlar için, II. Dünya Savaşı sırasında Amerikan Jeeplerinin toplu halde Almanlar’ın üzerine sürülmesi, özgürlüğün resmiydi. Almanlar içinse, kendi karanlıklarından kurtulmaları anlamına geliyordu. Bu ülkelerde yaşayan insanların bana mütemadiyen sordukları; hikayelerdeki bir Jeep resminin nasıl oluyor da insanlara umut hissini verebiliyor oluşuydu. Bu görüntü onlar için geçmişteki acı ve karanlık günlerin bitip güneşin doğduğu o güzel anların ifadesiydi. Chrysler yöneticilerine söylediğim şey şuydu: “Wrangler için her iki ülkedeki kod aynı: Kurtarıcı…”

Chrysler, Fransa ve Almanya’da bütün bu verileri piyasaya sürdü. Tabii burada, ‘at’ konsepti yerine, geçmişte Wrangler’ın sayesinde gelen özgürlük öne çıkarıldı. Bu yöntemle, her iki ülkede de Wrangler’in pazarı genişledi.

Bu vesileyle, önermiş olduğum yaklaşıma karşı Chrysler yöneticilerinin şüpheleri dağıldı ve kültür kodunun gücüyle ilgili olarak takdirlerini ifade ettiler.
[ÇEVİRİ: FATOŞ KIRLI]
2leep.com